Sünnet, Allah’ın rızasını kazanmada en kestirme yoldur
Bazı aklı evveller din konusunda konuşmaya başlarken 'bu konuda ayet var mı? Ayet yoksa ben sünneti kabul etmem' gibi kişinin imanını tehlikeye koyacak cahilce ifadeler kullanırlar. Halbuki peygamberin söz ve fiillerine tabi olmak keyfi bir uygulama değil Allah'ın emridir.
"Resulullah, size ne getirdiyse onu alın neden nehyettiyse ondan da sakının." (Haşr/7)
Aslında işin erbabı Kur'an'ın mahremiyetine vakıf olan Allah'ın dostları bu hassas dengeyi gözettiği için delil olan bir meseleyi Kur'an sünnet diye ayırt etmezler.
İster Kur'an'dan ister Hadis'ten gelen emir ve yasakları ayırt etmeden baş tacı ederler. Hiçbir şüpheye de kapılmayıp bu ayeti nazar-i dikkate alırlar.
"Hükümlerin bir kısmı Kur'ân-ı Kerim'de açık bir şekilde zikredilmemiştir. Onları Hz. Peygamber açıklamıştır. Çünkü Kur'an İslam'da nasıl bir delil ise, Sünnet de o surette delildir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de hükmünü bulamadığımız meseleleri sünnetten araştırmalıyız. Kur'an'da yok diye inkâr etmemeliyiz. Bazı hükümler, Kur'an-ı Kerim'de sarahaten (açıkça) zikredilmemiştir. Onları Peygamber Efendimiz (s.a.a.) beyan etmiştir. Kur'ân-ı Kerim gibi sünnet de delildir." (Prof. Dr. Haydar Baş, Kur'an ve Sünnet Işığında Büyük İslam İlmihali Zekât, Ocak 2020, Sayfa 460).
Peygambere ve onun verdiği hükümlere itaat noktasında Kur'an'dan bir ayet daha aktaralım:
Araf Suresi, 158. ayette: (Ey Muhammed!) De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah'ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. O hâlde, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Resulüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız."
Bu kadar açık deliller olmasına rağmen bazıları hala sünneti delil olarak görmemeye devam ederse bu tercih kişinin kendisini bağlar. Bir de bu fikrin savunuculuğunu yapıp da etkilemeye çalıştığı insanların vebalini üzerine almış olur. Allah bizi bu duruma düşmekten korusun…
Asırlar önce bu konuda bizi uyarmaya çalışan Âlemlere Rahmet Hazreti Muhammed (s.a.a.) Efendimizin hadis-i şerifini de aktaralım:
"Şunu iyi biliniz ki, bana Kur'an-ı Kerim ile onun bir benzeri de verilmiştir. (Bu konuda) dikkatli olun; (çünkü) koltuğuna kurulan tok bir adamın 'Size (Hz. Peygamberin sünneti / hadisleri değil) sadece şu Kur'an lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter!' diyeceği (günler) yakındır..." (Tirmizi, İlim,10).
"Peygamberimiz Allah'ın rızasını nasıl kazandı ise onu taklit ederek bizim de hayatımıza geçirdiğimiz ibadettir sünnet. Yani bizim gayemiz peygamberin rızasını kazanmak değil Allah'ın rızasını kazanmaktır. Yani sünnet budur bir başka ifadeyle sünnet-i Seniye Kur'an'ın hayata geçiş tarzıdır."
"Cenabı Fahri Alem Efendimize sahabe soruyor 'Ya Resulallah namazı nasıl kılacağız' O da 'benden gördüğünüz şekilde namazı kılın' diyor namazın özü farz ama onun şekillenmesi sünnettir."
"Sünnet, Allah'ın rızasını kazanmada en kestirme yoldur."
"Farz da Allah içindir sünnet de Allah içindir. Yani her şey Allah'ın rızasını kazanmak içindir."
Peygamberin yanında iki yiğit
Hz. Peygamber’in (s.a.a) Hz. Hamza ve Hz. Ali’nin yardımına başvurması, son derece yerinde bir plân ve sağlam bir tedbir gereğiydi. Çünkü bu iki yiğit, Resulün ve risaletin korunması uğruna cansiperane meydana atılmalarıyla, güçleri ve heybetleriyle ün salmışlardı
Amcası Ebu Tâlib'in ölümünden sonra Kureyş Resul-i Ekrem'e (s.a.a) yönelik saldırılarını, baskılarını ve işkencelerini arttırdı. Mekke'de Kureyş'in çekindiği ve saygı gösterdiği bir kimse kalmamıştı. Hatta Peygamberimiz (s.a.a) bir keresinde şöyle buyurmuştu: "Ebu Tâlib ölünceye kadar Kureyş Bana saldırmaktan çekinirdi." (A'yan'uş- Şia, 1/235; es-Sîret'ün-Nebeviyye, İbn-i Hişam, 2/57-58).
Bu nedenle Hz. Peygamber'in (s.a.a) yerini değiştirmesi, İslâm çağrısını Arap Yarımadası'nın her tarafına ve ardından bütün dünyaya yayabileceği daha güvenli bir yere taşınması gerekiyordu. Bu amaçla kabilelerle temasa geçti, onlara kendisini ve taşıdığı mesuliyeti takdim etti. İşe Taif'e gitmekle başladı. Orada on gün boyunca kalmasına rağmen Sakif kabilesi ona olumlu bir karşılık vermediği gibi, çocukları, hizmetçileri ve köleleri kışkırtarak onu taşladılar. Zeyd b. Harise ile birlikte Ali (a.s) atılan taşlara kendilerini siper ettiler, taşların Peygamber'e (s.a.a) isabet etmesini engellediler. İkisi de çeşitli yerlerinden yaralanmışlardı. Buna rağmen Hz. Peygamber'e (s.a.a) isabet eden taşlar oldu ve ayaklarından kanlar akıyordu. (Şerh-u Nehc'il-Belâğa, İbn-i Ebi'l- Hadid, 1/127).
Rivayete göre, Peygamber'imiz (s.a.a) İslâmî daveti yaymak ve davasına sağlam bir üs bulmak amacıyla kabilelerle görüşmek üzere birkaç yere daha hicret etti. Bu yolculuklarında Ali b. Ebu Tâlib'den (a.s) başka kimse yoktu yanında. Peygamberimiz (s.a.a) Amir b. Sa'saa, Rebia ve Benî Şeyban kabilelerinin bölgelerine gitmişti. (Şerh-u Nehc'il-Belâğa, İbn-i Ebi'l- Hadid, 4/125). Ali (a.s) adım adım O'nu izliyor, O'ndan bir an bile ayrılmıyordu.
Medine'den gelen Müslüman öncülerle önderleri Resûlullah (s.a.a) arasında Abdulmuttalib'in evinde gizlice buluşmak üzere varılan tarihî ittifak gerçekleştirildiği sırada Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında amcası Hamza, Ali ve Abbas bulunuyordu. (es-Es-Sıret'ül- Halebiyye, 2/174). Burada biat en güzel şekliyle gerçekleşti.
Buluşmanın gizliliği ve gerçekleşmesi için gerekli olan tüm tedbirler alınmıştı. Nitekim Müslümanların dahi bundan haberleri yoktu. Buna rağmen müşrikler arasında fısıltı hâlinde bir haber kulaktan kulağa dolaşıyordu. Toplandılar, silâhlarını alarak toplantı yerine geldiler. Hamza ve Ali kılıçlarını çekerek onları karşıladılar. Hamza'ya toplantının olup olmadığını sordular. Hamza öyle bir şey olmadığını söyledi. Kureyşliler bir sonuç alamadan geri döndüler.
Bu önemli olayda ve bu tarihî toplantıda Ali'nin (a.s) bulunuyor olması, davetin en önemli anlarında ve risalet tarihinin dönüm noktalarında Ali'nin oynadığı rolün büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Çünkü bu varlığıyla Ali (a.s), Ensar'a İslâm Peygamberinin (s.a.a) önemini vurguladığı gibi, Haşimoğulları'nın O'nu korumak için her şeye hazır oldukları görüntüsünü çiziyordu. Bu da Ensar'ın davete ve İslâm risaletine olan güvenlerini arttırıyor, benimsemelerini sağlıyordu.
Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber'in (s.a.a) Haşimoğulları'nın en cesur iki yiğidinin yardımına başvurması, son derece yerinde bir plân ve sağlam bir tedbir gereğiydi. Çünkü bu iki yiğit, Resulün ve risaletin korunması uğruna cansiperane meydana atılmalarıyla, güçleri ve heybetleriyle ün salmışlardı.