HER DERDİN DERMANI ZİKİRULLAH
Canibim.Com

HER DERDİN DERMANI ZİKİRULLAH - Canibim.Com

Bu âlem yok iken var olan Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücud Hazretleridir. Allah Ezel ve Ebed olandır. O'nun Ezel dediğimiz mefhumunun bir başlangıcı yoktur. Ebed dediğimiz zaman da sonu yoktur. Ne başlangıcı vardır, ne de bir sonu…

O murad-ı İlâhîsine muvafık olarak mahlûkatı yaratmış, var etmiştir. Biz O'nun takdiri ile var olan ezel aynasındaydık veya ezel görüntüsündeydik. Cenâb-ı Hakk, oradan bizi geçici olan bu fâni âleme gönderdi.

Binaenaleyh, insan asıl cevherinden uzaklaştı. İzafî değerlerin, hakikatlerin olduğu yere geldi. Bazı mutasavvıflar böyle olması münasebetiyle bu âleme, "mutlak varlığın gölgesidir" diyorlar. O hâlde, bu gölgenin Asıl Olana hasreti muhakkaktır.

Ayrılık zâten bizim gerek edebiyatımızda, gerek kültürümüzde, sanatımızda, hemen hemen bütün bediî zevklerimizin hâkim olduğu dünyamızda, her zaman işlenen bir temadır. Özümüze ait bir temadır.

Mademki, bizim özümüz O'ndandır, Hak'tandır; elbette ki, hem hakkı olarak, hem de haklı olarak insanın Özünü Sahibini araması esastır ve de şarttır. İşte bu, ayrılıktan duyulan ıstırabın dile gelmesidir.

"Cenâb-ı Hakk neden bu ayrılığı tercih etmiş ve de yaratmıştır?" sorusuna verilecek cevap şudur: İnsanların ve cinlerin varlık sebepleri kulluktur.

Bu kullukta da bir imtihan gereklidir. Kimin az, kimin çok, kimin vasat olduğunun takdiri ancak kulun hâline göredir. Bu hâlin ortaya çıkması, Allah'a ne derece kul olduğunu anlayabilmesi, insanın kulluktaki gayretiyle beraberdir.

Böyle bir ayrılık olmadan, Allah'a vâsıl olma aşkının ne derece olup olmadığını bizim insan olarak bilmemiz mümkün değildir. Böyle bir imtihan olmadan da, "Sizi Ben imtihan etmiş olsaydım hâliniz ne olacaktı?" diyerek Allah'ın bize makam takdir etmesi de âdil olmaz.

İşte bu adaletin de olması için hepimizin anlayacağı bir dilde, hazmedeceğimiz bir idrakte bu imtihan sahnesine gönderiliyoruz.

Allah Teâlâ, her şeyimizle bizi müsait hâlde serbest bırakıyor. Bu hasreti ne kadar duyuyorsak, kulluğumuzda o kadar ısrarlı oluyoruz. Yani işin temelinde ayrılık vardır. Ayrılıktan doğan hasret vardır.

Bir şeye ne kadar sahip olunur ise, o şey o derece takdir edilebilir. Hasret duyulan varlığın hasreti, ne kadar şiddetli ise, onun kıymeti o kadardır.

Allah, kuluna yakındır. Kula bu kadar yakın olan, O'ndan olduğunu bildiği Allah'a kul hasret duyar. O kuluna evladından da, komşusundan da, dostundan da yakındır.

İnsan, kuluna her şeyinden daha yakın veya sevgili olan Allah'a bu hasreti kulluk idraki içerisinde duyduğu zaman, O'na varmak için seferber etmeyeceği, feda etmeyeceği, yoluna koymayacağı hiçbir şey olmaz. İşte bu yoluna koyduğu şeyler, O'nun varlığına atfettiği değerlerden kaynaklanır.

İbâdet, Allah'a yürümek, O'nu bulmak içindir. İnsan ibâdet ettikçe, Allah'ı zikrettikçe gönlünden O'na doğru yürür. Farkında olmadan tecellilerine erer.

O'na vuslat gayesiyle Allah'ı seven insanın ubûdiyyette ısrarı, böyle bir gâyeye kendini matuf kılmanın ısrarı, işte bu ayrılıktaki hasreti duymaktan kaynaklanıyor. Bu hasreti ne kadar şiddetli duyarsa, Allah'ı o derece arar, o derece kıymetlendirir. Ama az duyarsa hayatında hiçbir yer bile vermez.

Bu hasretin içinde bir lezzet vardır. Öyle bir hasret ki, insanın gönül âleminin yıkan, dağlayan bir hasret... Bu hasret aslında insanı bedbin etmez, aksine huzur verir. Bu cümleden olarak der ki Fuzuli:

"Kılma derman ki, zehrim senin dermanındır."

Yani, beni iyi etme, bu sevda hastalığı bana öyle bir lezzet, öyle bir kudret, öyle bir kuvvettir ki, şâyet beni bu hastalıktan kurtarmak istersen, Senin bu hastalıktan beni kurtarmak için yaptığın tedavi, asıl zehirin olur. Niye? Bu hasretten kurtulurum.

Hâlbuki ben bu hasretten kurtulmayı istemiyorum. Tabii biz normal işlerimiz aksıyor diye buna hastalık diyoruz.
Allah hasreti o kadar enteresandır ki, o da kullara bir lutuf olmuş oluyor... Hem de çok büyük bir lutuf... 

 

Hasret, O'nun firkatinden gönüle olan tecellidir. Yoksa öyle bir tecelli olmasa, hatırlanmaz bile… Kulun Allah'a hasreti, aslında Allah'ın kula hasretidir. Bir başka mânâda, Allah'ın kulunun kalbinde Zâtını sevmesidir. 


Âyet-i kerimenin beyanına göre, Allah kuluna şah damarından daha yakındır: "Biz, ona şahdamarından daha yakınız."

Bu âyet-i kerimede, "Kul, Allah'a yakındır" denmiyor. "Allah kuluna yakındır" deniliyor. Cenâb-ı Hakk'ın kuluna yakın olmasıyla, kulun Allah'a yakın olması bir değildir. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'a kaçın..." 

Demek ki, biz O'ndan çok uzaktayız ki, O'na koşmamız gerekiyor.

İki insan bile bir mekânda olur, duyguları düşünceleri, idealleri, gâyeleri ayrı olur. Hatta aynı işleri yaparlar, aynı dairededirler fakat her şeyleri ayrı, zevkleri, fikirleri ayrı. Sadece bürokratik işlerde beraberler.

Ama bir de çok ayrı işlerle meşgul olmalarına rağmen, binlerce kilometre ötede kendi zevkini, kendi duygusunu, kendi fikrini yaşayan insan vardır. Kişi aslında yanında olanla değil, uzakta olan, aynı fikri paylaştığı insanla beraberdir.

Allah kuluna tabii ki yakın… Ama kul Allah'a o kadar uzak ki, Cenâb-ı Hakk'ın zevki, gâyesi, Allah fikri, ideali ile beraber olunulursa; O'na yakın olunur. Bunun sonucu Allah'a vuslattır. Eğer O'na yakın olunmazsa, Allah'tan çok uzak düşülür.

Yani kul, Allah'ı çokça hatırlamak ve zikretmekle, O'na yakın olur. Yakın hâline erişilir. Nitekim hadis-i şeriflerde şöyle buyurulur:

"Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Allah Teâla şöyle buyuruyor: Ben kulumun zannı üzereyim. Beni andığı zaman, onunla beraberim. Eğer Beni kendi nefsinde (kendi kendine) anarsa, Ben de onu kendi nefsimde anarım.

Eğer Beni bir topluluğun içinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluğun içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim."

Ebû Saîd'den (radiyallahu anh); "Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Kim evinden namaza çıkarken, 'Allah'ım! Senden isteyenlerin hakkı için Sana doğru şu (evden namaza) çıkışım için Senden diliyorum.

Biliyorsun ki, beni evimden namaza çıkartan ne kötü bir niyet, ne kibir, ne de gösteriş ve riyâdır. Ben sadece günahlarımdan kaçmak ve Sana kavuşmak için çıktım. Rahmetini umarak, azabından korkarak çıktım.

Rızânı aramak, gazabından korunmak için çıktım. Rahmetinle beni ateşten kurtarmanı diliyorum' derse, kendisi için Allah'tan mağfiret dileyecek olan tam yetmiş bin melek görevlendirir. Namazını bitirinceye kadar Allah ona, cemâli ile tecelli eder." 

Allah'ı istemenin bir yolu olması lazımdır. Bunun için de Allah'ı çokça zikretmek gereklidir… Zikrullah ile ilgili yazılmış tüm eserlerde, Cenâb-ı Hakk'ın kulun kalbine olan tecellisinden bahsedilir. Muhabbet oradadır. Zikrullah ile kulun kalp âlemi fetholunur. Allah'ın muhabbeti o kulun kalbine iner."

Arayış gerçeği ve Zikrullah

Bütün mahlûkatın kendi içinde, kendi beyninde Rabb'ini arama seferberliği vardır.

Her varlık, Cenâb-ı Hakk'ın gerek Zât, gerek sıfat, gerekse esmâ-i İlâhîsinden, onların tecellisinden vücut bulmuştur. Bir eşya hangi isme muhatap ise, o isimle birlikte Allah'ı bulma arzusundadır. Çünkü O'nun tecellisinden vücut bulmuştur. Dolayısıyla o yoldan Allah'ı bulmak ister.

Bu arayış o kadar enteresandır ki, Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerimede şöyle buyurur: "Güneş de kendisine mahsus karargâhında akar gider. İşte bu, O azîz, Alîm'in takdiridir. 
Biz aya da menziller takdir ettik. Nihâyet hurma salkımının eski kurumuş eğri dalı gibi bir hâle dönmüş olur. 
Ne güneş için lâyık olur ki, o aya yetişmiş olsun. Ne de gece için lâyıktır ki, gündüzü geçmiş bulunsun ve hepsi de birer felekte yüzerler." 

Yani felek âleminde bütün bu yıldızların yüzmesi haddizatında kendisini Yaratanı aramasıdır.

Cismin en küçük parçasına intikal edildiği zaman, atomun içerisinde de elektronların saniyede 30 bin kilometre hızla döndüğü şeklinde ilmî bir gerçeğe rastlanılır. O da,mahlûkatın en küçük zerresinde Rabb'ini arayış seferberliğidir. Bu işin ilmî hakikati de budur.

Âyet-i kerimelerde Cenâb-ı Hakk, gerek geçmiş zaman kipiyle ve gerekse de geniş ve gelecek zaman kipiyle, varlık âleminin kendini zikrettiğini buyuruyor:

"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmektedir. O, Azîz'dir, Hakîm'dir." 

"Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, Azîz ve Hakîm olan Allah'ı tesbih eder." 

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O her şeye kadirdir." 

O hâlde, varlık âlemi devam ettiği müddetçe, her dem Allah'ı anma seferberliğindedir. Bu anış da aslında Rabb'inin tecellisinden mülhem olan varlığın kendi özünü aramasıdır. Rabb'ini aramasıdır. Bu bir seferberliktir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Ona ruhumdan üfledim…" dediği insan, bu mânâ ve hikmetten dolayı mahlûkatın en şereflisi olmuştur.

Allah, mahlûkat içinde insanı kendisi için seçmiştir.

Bütün varlıklar insanın hizmetine musahhar kılınmış, insan ise Allah için var olmuştur. O İlâhî nefha ki, Hakk'tan bir sırdır.

İnsanı izzetli ve şerefli kılan da budur. İnsanoğlu, bu cevheri ile devamlı Hakk'a yönelmek ister. Zira O'ndan gelmiştir. Dolayısıyla tekrar O'na, yani aslî vatanına rücû edecektir. Âyet-i kerimenin beyanı budur: "Biz Allah'tan geldik, tekrar O'na döneceğiz." 

Âyet-i kerime, bu büyük hakikati anlatmaktadır.

Bu âlemde (dünyada) beden kalıbı ve madde, Hakk'ı görmeye ve O'na vâsıl olmaya engeldir.

Ruh ise Hakk'ı arama ve O'na yönelme hususunda mukaddes bir hasret yaşamaktadır. Bu hasret, bu koşuş bütün insanlar için ömür boyu süren bir arayışa vesile olmuştur. Her insan aramaktadır. Arayışta bütün insanlar ortaktırlar. Aranan ve istenen ise Hakk'tır.

Ancak arayış yol ve metodları farklı olduğundan, insanların ekseriyeti sapıtmakta, karanlık vadilere sürüklenmektedirler.

Üstelik arayış yolunda insanı şaşırtan pek çok engel vardır.    

Allah'a ulaşmanın yolu ise, Cenâb-ı Hakk'ı ibâdât u taatle anmak, yani zikretmek, O'na layık kul olmaktan geçer. Gerçek mânâda insanın arayışı ancak bununla son bulur. Kalbi itminana erer.

Âyet-i kerimenin beyanı budur: "Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." 

 

 

Ruhlar meclisinde ilk irade beyanı ve Zikrullah

Ruhların madde kalıbına girmeden evvel yaratıldıkları bir gerçektir. Cenâb-ı Hakk'ın iradesi böyle zuhûr etmiş ve insan evvela ruh, mânâ cevheri olarak yaratılmıştır.

Bu varlığa ilk hitap, "Ben sizin Rabb'iniz değil miyimdir?"dir. Bu gerçek A'raf Sûresi 172. âyet-i kerimede bildirilir:

"Kıyâmet Günü'nde, 'biz bundan habersizdik' demeyesiniz diye Rabb'in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: 'Ben, sizin Rabb'iniz değil miyim?' (Onlar da), 'Evet (buna) şâhit olduk' dediler."  

Güzellerin Güzeline, Gerçeklerin Gerçeğine, Canların Canına kara sevda, bu seyir zevkinde başlamıştır.

Bu öyle bir sevda ve muhabbettir ki, madde âleminde, "Hayır Sen yoksun, ben varım" diyerek ilâhlık iddiasında bulunan Nemrut'lar, Firavun'lar ve hatta madde ve mânâ âlemini aydınlatan biricik hakikat güneşi Hz. Muhammed'in karşısına çıkan Ebu Cehil bile, O Güzel'e, O Hüsn-ü Mutlak'a ve Gerçek'e, "Sen bizi yaratansın" Evet (buna) şâhit olduk"   dediler.

Ruhlar, Elest Bezmi'nde O'nun ulûhiyetini tasdik kendi aczini kabul etmiştir.

Cenâb-ı Hakk bir imtihan sırrı için insanı denemek üzere bu denî âleme, dünyaya göndermiştir. İnsan ile kulluk sözü verdiği Rabbi arasına çok muazzam bir perde çekilmiş, o "Güzel", o "Koku" o "Nida" birçok perdelerle perdelenmiş, kendini gizlemiştir.

O'nun gizlemesiyle de vecd sarayından kopan ruh, altın kafes içine konulmuş kuş gibi "Kalû Bela"nın hasretini çeke-gelmiştir.

Allah (c.c.) Âdil-i Mutlak olduğu için, yarattığı insanın özünü, cevherini yani ruhunu, kendi hâline bırakmamış, Mâşukuna, Sevgilisine kavuşsun diye ona din yolu ile muazzam, mutantan, müzeyyen bir cadde açmıştır.

O cevherde itiraz kuvveti nefs olduğu için de, şımarmasın, yanılmasın, düşmesin, kaybolmasın diye yine insan cinsinden ve fakat seçilmiş, sevilmiş, takdir ve tasdik edilmiş peygamberlerini göndermiş, peygamberlerin yolundan giden velilerini lütfetmiştir.

Bu hikmetten olacak ki, ilk insan aynı zamanda peygamber olarak gönderilmiştir.

Zaman içerisinde, insandaki nefis Şeytan'la anlaşmış, insanı ruhunun yolundan saptırmış; onu kendine, Peygamberine ve kul olmak için söz verdiği Rabb'ine ters düşürmüştür. 

Kulu, Allah'tan koparan birtakım şeyler olduğu gibi, içinde O'na bağlayan bir öz, bir cevher de vardır. O cevher ruhdur. Çünkü Cenâb-ı Hakk insana ruhundan üflemiştir. 

Bir âyet-i kerime şöyledir: "Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" 

Yine başka bir âyet-i kerime, ruh hakkında az bilgi verildiğini beyan eder: "Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabb'imin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." 

Bu âyet-i kerimede açıklanan hikmet sebebiyledir ki, ruhu tanımak hakikaten kolay değildir.

Batı dünyasının ilim adamları ruhu tanımadıkları için "insan bu meçhul" diyorlar. Dedikleri doğrudur. Ruhu tanımak kolay bir iş değildir. Çünkü onu tanımak, Allah'ı tanımakla eş anlamlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Nefsini bilen Rabb'ini bilir." 

Bunun anlamı; kendini tanıdın mı Allah'ı da tanırsın... Adeta sen, O'na giden kapısın, demektir. Bu kapı açıldı mı, Derya-i Ehadiyet'in/Vahdet Deryası'nın sarayına Ef'al-i İlâhî'nin sarayına girilir. Ve orada Hakk'a ait olan şeyler seyredilir.   

Abdülkerim Ciyli diyor ki: "İnsan, hem halkın mukabili, hem de Hakk'ın mukabilidir." Yani bir ayinedir/aynadır insan… Ayine-i İlâhîdir.

Batı medeniyetinde insan bu ölçüde bilinmez. Mesela Alex Carel "İnsan bu meçhul" diyor. Doğrudur. "Ben" denilen şeyden insan habersiz olur ve onun mahiyetini anlamaz ise, onu anlatamaz.

Ama bizim medeniyetimizde, bizim kültürümüzde nefsini tanıdığın zaman, -çünkü o köprü oluyor- Rabb'ini tanımış oluyorsun. Dolayısıyla işin özü insanın kendini tanımasıdır.

"O yoktur" diyenlere bu gücü nereden aldıklarını sormak lazım. İnkârında bile o güç, o kuvvet, o azamet, o şecaat var. Özetle o şey bir şey arıyor. O, öz bir şeyi arıyor.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."

Çünkü kalp, sahibinin mekânıdır. Oraya başka bir şey konulsa olmaz. O zaman, ne aranılan bulunur, ne de kalp mutmain olur. Zikrullah, sahibini Rabb'ine taşıyan bir binektir. O bineğe binilerek Cenâb-ı Hakk'a vuslat edilir.

Ancak Onun sevgisi, O'nun muhabbeti, kısaca O'nun tecellileri kalp âlemini tatmin eder. Aksi takdirde, insanoğlunun arayışı bir ömürboyu devam eder. Huzur bulunamaz.

İnsan ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar serveti şöhreti olursa olsun, hangi imkâna sahip olursa olsun zikrullah gerçeğinden mahrum olduğu müddetçe; korkunç bir boşluktadır. Çünkü Yaratıcıdan çok uzaktadır. İşte zikrullah, kulu Rabb'ine kavuşturur. Vuslat elde edilir.

Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Beni anmak için namaz kıl." 

İbâdetlerin ruhu ve özü ise Allah'ı hatırlamak, Allah ile beraber olmaktır. O tecellilere mazhar olmaktır.

Yani o zikirde kul Cenâb-ı Hakk'ın tecellilerine mazhar olur. O tecellilerde elinde olmadan "Allah, Allah" der de; işin farkında olmaz. İşte insan hem dilini, hem kalbini bu zikre âşina kılması lazımdır ki, mutlak huzuru yakalayabilsin." 


Eşyanın hakikati, zikir ve tecelli

Âlemler, Cenâb-ı Hakk'ın tecellisi ile var olmuştur. Mahluk, kendi Zâtının dışında bir müdâhilin, bir fâilin dahli ile yaratılandır.


Allah'ın mahlûkatı yaratması tecellisinden ibaret bir varoluştur.

Cenâb-ı Hakk var etmiş olduğu bu âlemi tecellisiyle devam ettirmektedir. Bu tecelli dâimîdir. Sekteye uğradığı farz edilirse, âlemin sonu gelmiş demektir.

Tecelli bir anlamda hareket demektir. Kâinat en küçük madde biriminden en büyüğüne kadar bir hareketin eseridir. Yani Allah'ın tecellisidir. Tecelli durursa madde hiç olur.

Tecelli zaman ve mekân görüntüsüyle ortaya çıkar.

Diğer bir ifade ile zaman ve mekân Cenâb-ı Hakk'ın tecellisinin tezahürleridir.

Zaman, bütün hakikatlerin kendisinde tecelli ettiği bir varlıktır. Cenâb-ı Hakk'ın bütün isimleri onda tecelli eder. Yani, zaman, Allah'ın isimlerinin görünümüdür.

Esasen zaman, Allah'ın insanlara bir lutfu olup mâhiyeti idrak edilememiştir. Nitekim batılı filozoflar zamanı izahtan âciz kalmışlardır.

Zamanın hikmetine ve mâhiyetine nüfuz etmeye muvaffak olanlar, gerçek Allah dostları olan âlimler ve âriflerdir.

Zamanın mâhiyetine nüfuz edebilmek için eşyayı, onun yapısını ve ondaki hareketi tanımak lazımdır.

Eşya ve âlem Allah'ı tanımak için bir araçtır. Eşya ve âlemler, Allah'ın bilinmek, tanınmak isteğinden dolayı yaratılmıştır.

Cenâb-ı Hakk bir kudsi hadiste Resûlü'nün dilinden şöyle buyurdu: "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murad eyledim. Ve mahlûkatı yarattım." 

Bu kudsi hadisten de anlaşılacağı gibi, eşyanın tanınmasının hikmeti de Allah'ı tanımaktır.

Eşya ve âlem, Allah'ı bilmek için yaratılmış olduğuna göre, âlemin ne olduğu ve nasıl yaratıldığı şeklindeki sorular da önem kazanmaktadır. Çünkü kul, Allah'ın eserlerinden ve tecellilerinden hareketle O'nun azametini kavramaya çalışacaktır.

Bilindiği üzere maddenin en küçük parçası atomdur. Atom, proton ve elektron denilen artı ve eksi kutuplardan oluşmakta, itme ve çekme kuvvetine sahip bulunmaktadır.

İlim erbabının tespitlerine göre, protonla elektron arasında korkunç bir boşluk bulunmakta ve elektronlar büyük bir hızla, proton ve nötronu taşıyan atom çekirdeği etrafında dönmektedir. Bu baş döndürücü hız, algılanamamaktadır.

İşte maddenin var olmasını temin eden, bu hızlı harekettir. Bu hareket, esasen Allah'ın tecellisidir ve zaman olarak algılanmaktadır. Bu tecellinin görünümü de mekândır.

Tecelli, yani hareket durunca, zaman ve mekân da yok olur; yani hiç olur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Herkes fânidir. Ancak Senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zâtı bâki kalır." 

İlâhî tecellinin, varlığın ise devam ettiği şu ayetle hatırlatılır: "O, her ân yaratma hâlindedir."  

Halifetullaha namzet kâmil insanın zamana hâkim olması lazımdır. Her mükellef insan, zamanı en iyi şekilde değerlendirmeli, zamanı lehine çevirmeli; Allah'a yönelmelidir.

İnsan, âlem gibi, Allah'ın Zât, sıfat ve isimlerinin tecellisinden vücut bulmuş ekmel bir varlıktır. Onda ezelî ve ebedî olan Zât tecellisi ile fenâ bulacak ve yok olacak olan tecelliler vardır. Yani, insan bir yönü ile mahlûk âlemine, diğer yönü ile de Vâcibu'l-Vücud'a açılan iki yönlü bir varlıktır.

İnsan, yaratılmışların ekmeli, eşrefi, Allah'ın yeryüzündeki halifesi, zübde-i kâinat, veli ve nebi olma makam ve sıfatlarına, eğer kâmil ise sahip olur. Eğer değilse zelil olur.

Allah'ın yeryüzünde yarattığı insandan istediği de ekmel ve eşref olmasıdır.

O eşref-i mahlûk olduğu için Cenâb-ı Hakk, ilk insanı peygamber seçti, ekmel eyledi. İlk insan Hz. Âdem, ilk peygamber de Hz. Âdem'dir.

Âdem ismindeki hikmet, Âdem yokluk demektir. Yani o Hakk'a karşı yokluktur. Peygamberlik için ilk şart, Hakk'a karşı mahvolmaktır. Benliği aradan çıkarmaktır.

İnsan olmak için de âdem olmak lazım... Yani Hakk'ın karşısında benlikte bulunmamak gerek.

Âdem'in kalıbı topraktandır. Onun bu kısmı çürümeye, yok olmaya mahkûmdur. Henüz o çürümeden, insan yokluğa mahkûm olursa, onun adı kul olur. Onun için ben-i Âdem'den kul, kuldan da ben-i Âdem olur. İnsan kul âdem olursa, Hakk katında varlık iddia edemez.

Cenabı Hakk Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurdu: "Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!" 

"Hani biz meleklere (ve cinlere), 'Âdem'e secde edin' demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." 

Burada secde edilen Hz. Âdem değil, Hz. Âdem'de zuhûr eden Hakk'ın üflediği ruhtur. O'na secde edilmesi emrolundu.

İlk imtihan böyle oldu... Allah (c.c.) Hz. Âdem'in çamurdan kalıbı ile Zâtı'nın tecellisini gizleyerek melekleri denedi. Melekler bu hikmeti kavradılar Hz. Âdem'e secde ettiler. Yani Allah'a secde ettiler. İblis, Hz. Âdem'in çamur kalıbına takıldı. Ondaki eli göremedi. O da benliğini öne sürdü. "Beni ateşten yarattın" dedi, üstünlüğünü iddia etti.

Neticede, İblis secde etmedi. Onun secde etmediği Hz. Âdem değil, Allah-u Teâlâ idi. Yalnız emir ciheti ile ruh ciheti ile…

Kulun âdemiyeti ibâdetle, zikrullah ile mümkündür. İbâdet kulu varlıktan soyar; Hakk varlığına iletir, hazırlar. O bakımdan ibâdetsiz Hakk bulunmaz ve ibâdetsiz kul da olunmaz.

İnsan ibâdetlerlerle âdem olur, tecellilere erer. Bu mânâda Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: "Kim evinden namaza çıkarken, 'Allah'ım! Senden isteyenlerin hakkı için Sana doğru şu (evden namaza) çıkışım için Senden diliyorum. Biliyorsun beni evimden namaza çıkartan ne kötü bir niyet, ne kibir, ne de gösteriş ve riyâdır. Ben sadece günahlarımdan kaçmak ve Sana kavuşmak için çıktım.

Rahmetini umarak, azabından korkarak çıktım. Rızânı aramak, gazabından korunmak için çıktım. Rahmetinle beni ateşten kurtarmanı diliyorum' derse, kendisi için Allah'tan mağfiret dileyecek olan tam yetmiş bin melek görevlendirir. Namazını bitirinceye kadar Allah ona, cemâli ile tecelli eder." 

 

Kulluğun hikmeti, kulun sahibine olan teslimiyetidir. O'nu sahibimiz olarak bilip düşünürsek ve O'na bu mânâda teslim olursak, o zaman insan olarak da aramızda ilişkilerimiz, birbirimizi rencide eden değil, onurumuzu okşayan, seven, büyüten, taltif eden bir anlayış şeklinde ortaya çıkar. Kulluktaki hikmet işte budur.


Kişi, Yaratanı hiçe sayarsa, "o yoktur" gibi bir bâdireye düşerse; o zaman o Mutlak İrade, Rab sıfatı, İlâhlık sıfatı tecelli eder. Bu bağlamda Cenâb-ı Hakk şu ikazı yapıyor:

"Sonra o gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz!" 

"İnsan görmez mi ki, Biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş."

Nutfe; meni damlası demektir. Kokmuş bir su... O su görüyor, işitiyor, hissediyor, muhâkeme ediyor, icat yapıyor, keşif yapıyor, projeler imal ediyor.

Özetle, bütün bu kabiliyetleri bir su damlasına mâl etmek elbette ki Yaratanın hoşuna gitmez. İşte kulluktaki şuur, kulluğun esprisi, "Hayır! Ben bir su damlasıyım. Benden bir şey olmaz. Asıl olan Sahibimdir" deyip sırtını O'na dayamaktır. O zaman da insan, kendini çok güçlü, kuvvetli biliyor ve öyle yaşıyor.

İnkâr eden kadar zayıf bir mahlûk da yoktur. Kâinatın Sahibini, Kendi Sahibini inkâr ediyor. Oysa inkârcı, O'nsuz hiçbir şey olup, bir hiçlik noktasına gidiyor. Bunun için onun morali, gücü-kuvveti de olmaz.

Olmadığı için de kâfirin sonsuz bir hesabı da olmaz. Onun hesabı sadece dünyalıktır. Dünya hayatına râzı olur. Dünya hayatı onun için bulunmaz bir hayattır. Bunun ötesi yoktur. Onun için onun Cennet'i, Cehennem'i, her şeyi burasıdır.

Mü'min ise öyle değildir. Müslüman Allah'a teslim olarak, O'nun "yapınız" diyerek emrettiklerini yaparak, yasak ettiklerinden kaçınarak, Cenâb-ı Hakk'ı bilerek yaşar. Kulluktaki hikmet budur.

Kulluk insana ait bir makamdır, bir rütbedir. En yüce bir rütbedir. Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: 

"Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir." 

Âyette   "biabdihi" kelimesi geçiyor. Yani "kulu Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyor Allah... Hâlbuki, Allah'ın Muhammed Mustafa'sına (sallallahu aleyhi ve âlihi) verdiği birçok sıfat var. Ve bize göre en büyük sıfat "resullüktür, peygamberliktir."

"Resûlü Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyebilirdi. "Nebisi Muhammed'i" (sallallahu aleyhi ve âlihi) diyebilirdi. Ama burada görüyoroz ki, kulluk hepsinin üstünde bir makamdır. O Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) kul olacak, kendini fâni kabul edecek ki, Allah ile beraber olabilsin.

"Sen sende olmayasın ki, O sende olsun." İşte ölçü budur.

Muhammed (a.s.) kendi benliğini kaybedip Hakk'ı benliğinde hâkim kılmış, yani O'na kul olmuştur.

Benliği olsaydı o Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) kul olmayacaktı; "abd" olmayacaktı. Beşer olacaktı.

O hâlde "ârif-i billah olmak/Allah'ı bilmek" kadar kullukta büyük bir gâye yoktur. İnsanın dünya sahnesine çıkarılışının gâyesi, şüphesiz ki, Cenâb-ı Hakk'a kulluktur. Bu gerçeği Cenâb-ı Hakk beyan eder:

"Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım." 

Âriflerin birçoğu, âyette geçen "liya'budûn/ibâdet etmek için" kelimesini Allah'ı tanımak-bilmek olarak tefsir ederler.

İnanan insan, ibâdet ettikçe, Cenâb-ı Hakk kulunun kalbine tecelli eder. Kul, Allah'a ibâdetle itaatle yaklaştıkça; Allah kulunun kalp kapılarını açar, kulun kalbi O'na doğru yönelir.

Kulluğun doruk noktası da, nefsin tezkiyesi, Yaratıcı ile insan arasındaki bütün engel ve perdelerin aradan kalkmasıdır.

İnsan, ister fark etsin ister etmesin, ister inansın ister inanmasın bütün hayatı bu ana gâye sayesinde anlam kazanır.

İnanarak kulluk yolunu benimseyen insan, kendisine takdim edilen plan programa uymak sûretiyle gittikçe mesafeyi kısaltır ve bu insanın yönü, daima zirveye doğru olur.

İnanmayan insan ise esasında hedefe varmak için çırpındığı hâlde, aradığı şeyin ne olduğunu bilemediğinden ümitsiz bir arayış içindedir. Yönü kulluktan, kendi asıl cevherinden ve neticede Yaratıcıdan kaçışa doğrudur.

Kulluktan, nefis tezkiyesinden, Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olmaktan bahsetttiğimize göre konumuz mü'mindir, Müslüman'dır.

İnandıktan sonra, kulluğun reçetesi mesâbesinde olan ibâdete yönelmek zaruridir. İbâdetin de nihâî durağı ve en kâmil şekli zikirdir. Daha doğrusu ibâdetlerin özü, mayası zikirdir." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)

  Tüm MAKALELER