Alemi misalden; alemi şehadete yolculuk..! TEFEKKÜR!
Ahmet Maranki
Bu kainatı, geceyi, gündüzü, 124.000 çeşit nebatat ve hayvanatı yaratan külli şeyy’in Kadir olan zat;
Dünyayı belli bir nizam, mizan ve intizam içinde yaratmıştır!
İnsan (mikrokozmoz) ve evren (makrokozmoz) olmak üzere iki ayrı sahada inceledikleri adalet kavramının ruhânî ve evrensel boyutlarına dikkat çekmek. Öncelikli olarak, bu iki âlemin varlığını bizlere haber veren bizzat Kur’an’dır. Kur’an şöyle buyurmaktadır:
“Onlara âfak [kâinât] ve enfüste [insan ve insanın nefsinde] âyetlerimizi göstereceğiz.» (Fussilet, 41:53).
Bu iki âlemde görüldüğü gibi âdalet, Allah’ın varlığını gösteren açık bir âyetten başka bir şey değildir. Kâinat, nizam ve mizan dilleriyle, Âdil-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak olan Allah’ın hikmet ve adâletine şehâdet etmektedir!
Kur’an‘da Ay, Güneşle, gezegenlerle yerle ve gökle ilgili ayetlerde en çok kullanılan kelimeler;
GÜNEŞIN VE AYIN HAREKETİNDEN İBRET ALMAZ MISINIZ!
Kur’an güneş ve aya temas ederken, Allah’ın ilminin kuşatıcılığına, bunların O’nun kudretinin eseri olduğuna ve yüce yaratıcının insanlara lütfettiği nimet ve imkânlara ve bunların insanlığa mesajı noktasında dikkat çekmeyi hedeflemiştir.
Nitekim 38. âyetin son cümlesinde de bu yönde bir vurgu yer almıştır. Güneş ve ayın evrendeki yeri, önemi ve hareketlerinden söz eder!
Bir önceki yazımda da ilahi hükümlerin ışığında dile getirdiğim Kur’an’ın yine 39. ayette bugünkü konumuz olan KOZMİK BEDEN TEMİZLİĞİ, RUHSAL BEDENSEL ARINMA, DETOKS VE SAĞLIKLI BESLENME konusuna bir manada işaret ederek ayın dolunaydan yarım ay ve Hilal’e dönüşünü dikkate vermesindeki tefekküri mesaj önemlidir..!
Bugünkü anlaşılması gereken bir manada ve belki de bir tevil olarak
Allah’ın kelamını sizlerle paylaşarak âleme misali’den alemi şehadet’e TEFEKKÜR EDEREK bir yolculuk yapalım..!
“Güneşi parlak bir ışık kaynağı, ayı ise bir nûr yapan, yılların sayısını ve vakitlerin hesâbını bilmeniz için aya menziller takdir eden O’dur. Allah, bütün bunları boş yere değil gerçek bir gaye, sebep ve hikmete dayalı olarak yaratmıştır. O, bilip anlayacak kimseler için âyetlerini bu şekilde detaylarıyla açıklamaktadır. Yunus-5
“Sonra geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Gerçekten bunda aklını kullanan bir toplum için nice ibretler, dersler vardır.” Nahl-12
“Bir düzen içinde kendi yörüngelerinde dönüp durmakta olan güneşi ve ayı hizmetinize veren ve gece ile gündüzü de faydanıza sunan yine O’dur.” ibrahim /33
“Ay için de birtakım menziller tâyin ettik; dolaşa dolaşa sonunda o, eski hurma salkımının ağaçta kalan yıllanmış sapı gibi kuru, sarı, hilal gibi kavisli olur.” Yasin/39
“Güneş ve ay bir belirli bir hesâba göre hareket etmektedir.” Rahman-5
“O gökler içinde ayı yansıyan bir nûr, güneşi de bir ışık kaynağı yapmış.” Nuh-16
“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yoktur.” (Kaf, 50:6)
Üstte zikredilen en son âyette de işâret edildiği gibi, bütün mevcûdâtta, gözle görülür bir denge ve düzenin yanısıra, son derece ölçülü bir düzen ve çok iyi bir şekilde tevzî edilen rızık ve bütün kâinata hükmeden bir hikmet vardır. Bütün bunların hepsi, Allah’ın her şeyi ihâta eden ilmine, hikmetine ve adaletine şehadet etmektedir!
“Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr, 15:21)
Yukarıdaki bütün âyetler ve benzerleri üzerinde derin bir şekilde düşünmek suretiyle
Tefekkürü bize hatırlatıyor..!
Kainatta (makrokozmoz) İlâhî Adaletin Tezâhürüdür!
İlâhî adaletin şehâdet âlemindeki tezâhürlerini daha iyi bir şekilde görebileceğimiz ve hem bizde, hem de bizim dışımızdaki dünyada adâletin metafizik mânalarını görmemiz önemlidir!
Ancak o zaman insan, bütün kâinatta yaygın ve hükümfermâ olan adaletin kurduğu dengenin farkına varacaktır. Zira böylesine manevî açıdan güç kazanmış bir göze, bütün mahlukat, Allah’ın hikmet, adalet, kerem ve merhametinin aşikâr bir işâreti ve gözle görülür bir şehâdeti olarak zuhur edecektir!
Alemi misal’den alemi şehadete geçebilmek..!
Bu durumda, insanın zihnî durumu, Allah’ın cc. İlâhî İsimlerinin, Sıfatlarının ve Fiillerinin tezâhür ve tecellisi için bir mekan ve temsil alanı hüviyetinde olan şehâdet âlemindeki eşyayı ve varlıkları gözlemlemesinde son derece önem arzetmektedir.
Tabiatla ilgili bu çok iyi bilinen geleneksel İslâmî bakış açısını teyid ederek “her şeyin kendi nefislerine değil, bilakis Sanî ve Hâlıkları olan Allah’a bakan yönler itibariyle maksat ve gâyelerle dolu olduğunu anlamak tefekkür bir bakıştır..!
Cumamız cem olmaya!
Allah’a kul, Resulüne Ümmet, olup, haksızlık karşısında susmayanlardan eylesin Âmin.
Ruhun istediği Allah’tır
İbadet, Allah'ı tanıma, bilme ilmidir. Esasen insanın Allah'ı arayışı aklî değildir. Yani Allah akılla aranmaz.
İnsanın, Allah'ı aradığı yer kalbidir. İnsan, kalp boyutunda Rabbini arar. Akılla belki pek çok mantık kurulur. Ama akıl Allah'ı anlamaz, Allah'ı anlatamaz. Akıl, Allah'ın ne olduğunu bilmez. Allah'ın ne olmadığını bilir.
Bir şeyin ne olduğunu anlayabilmek için onu kuşatması lazımdır. Veya ondan ona yansımalar olması lazımdır. Akıl, haddizatında bu tecellilerden mahrumdur. Akıl, neye muhataptır? O'nun yarattıklarının tecellilerine muhataptır. Oradan geçiş yaparak -biz buna kıyas diyoruz- kıyas yoluyla, "bu budur, bu da böyle olmalıdır" der.
Aklın mercii, şahidi organlardır. Gözdür, kulaktır, dildir vs. Bunlar da tam tekemmül ederek şahitliğini yapamadıkları için -evet güzel görüyoruz ama- yanılma payları vardır.
Gözün yanılma payı vardır. Kulağın yanılma payı vardır. Tatmanın yanılma payı vardır. Bir madde saniyenin altıda bir zamanda elektromanyetik yayın yaptığı zaman göz bunu görür. Saniyenin üçte biri zamanda bu yayın yapılırsa göz bunu algılayamaz. Mesela gözle rüzgâr algılanamaz. Ama başka bir duyuyla algılanır.
Öyle varlıklar var ki, ne gözle, ne kulakla, ne dille algılanabilir... Mesela cinler âlemi... Melekler âlemi de böyledir. Yine mesela saniyede 20 dalga boyunun altındaki sesleri kulak algılayamaz. 20 binin üzerindeki sesleri de algılayamıyor. Ama 20'nin altında da, 20 binin üstünde de öyle sesler, dalgalanmalar var ki biz bunları algılayamadığımız için "böyle bir ses yoktur" diyoruz.
Allah'ı tanımada ibadetin yeri
Anlaşılacağı üzere insan, değil Yaratıcı'yı idrak etmek, mahlûkatı bile idrak etmekten aciz. Yani, mahlûkatı bile sınırlı anlıyor.
Kısacası, biz, akılla Allah'ı tanıyamayız. Aklın tanıdığını zannettiği ilah, bazan put olur. Putun evsafı bellidir. Ama Allah'ın evsafı belli değildir, boyutları belli değildir.
Allah'ın boyutlarını anlayacak, tanıyacak olan kalptir. Ayine-i İlahi insanların kalbidir. Allah (cc); "Yere göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım" buyuruyor. Ne ile sığar? Tecelli ile sığar. Allah, o kalbe tecelli eder. Tecellinin Türkçe'deki manası yansımaktır.
Bir ışık hüzmesini veya herhangi bir maddeyi aynaya tuttuğunuzda, ayna bunu gösteriyor. Aynadaki gölge gibi, kalpte de İlahi tecelli böyle zuhur eder. Peki, insan ne ile o tecelliyi yakalar? El cevap: İbadetle. "Beni zikret ki, Ben de, seni zikredeyim" buyuruyor Cenab-ı Hak.
Allah'ı bilmek, okumak fiili ile gerçekleşemez. Bunun yolu ibadettir. Bir insan ne kadar okursa okusun ârif olamaz. Arif demek, Allah'ı bilen demektir.
Zikrullah ile, Allah'ın güzel isimlerini anmakla, Kur'an ayetlerini okumakla kalbe tecelli eden Zât-ı Bari'nin gerek sıfatından, gerek esmasından, gerek ef'alinden O tanınır. Bu manevi bir lezzettir. Dil ile anlatılmaz.
İnsan, Allah'ı kalbî boyutta tanır. Ne kadar fazla tanırsa; huzuru, mutluluğu o derece fazla olur. Sıkıntısı olmaz mı? Tabii ki olur.
Maddi âlemde adeta cendereye girer, preslenir ama kalbi çok geniştir. Neden? Çünkü "Hepsi O'ndandır" der.
Maddi âlemde geçirdiği evreler ne olursa olsun O'ndan geldiğini bildiği için huzurlu olur. "Hoştur bana Senden gelen" der. Sabreder, kanaat eder, tevekkül eder, tefekkür eder, iz'an sahibi, iman sahibi, merhamet sahibi olur...
Allah ile ne kadar irtibat kurarsan o kadar, O'nun ahlakına bürünür. Ne kadar fazla Allah'ı taatle, ibadetle anıp, köprüleri kurarsa, feyiz hüzmeleri onun kalp dünyasını, gönül dünyasını ihata eder. İşte o tanıma bir sevinç gibi, fevkalade bir tutku gibi o kulu sarar. O zaman her şeyde Rabbini görür. İmam Ali Efendimizin buyurduğu gibi, "Görmediğim Allah'a inanmam" der.
Peygambere açılan kapı
Yeri gelmişken, Hz. Ali Efendimiz (a.s), ilim sahasının, hem zahirde hem bâtında Peygamber'e (s.a.a.) açılan kapısıdır. Hakikate açılan kapısıdır.
Peygamber Efendimizden sonra velayet, İmam Ali Efendimize Rabbimizin bir ihsanıdır. O bir başka âlemdir. Peygamber Efendimiz buyuruyor: "Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır." Eğer Hak tanınacaksa, mutlaka Ali kapısından geçilecek, bunun başka yolu yoktur.
Tarih içerisinde siyasi algılamalar işi farklı kulvarlara koydu ama Hz. Ali farklıdır. Hz. Hasan farklıdır. Hz. Hüseyin farklıdır. Hz. Fâtıma farklıdır. Bunlar Ehl-i Beyt'tir. Allah Sevgilisinin Allah'a yürüyüşünü canlı olarak, müşahhas haliyle seyretmiş, yaşamış büyük örnekler, kemal sahibi insanlardır. Hz. Fâtıma çok farklı bir âlemdir. Hz. Ali çok farklı bir âlemdir. Allah şefaatlerinden mahrum eylemesin.
Ruhun istediği Allah'tır
Özetlersek; o tecelli, kulun kalbine yansıdığında, Allah kendi zâtını kulunun kalbinde sevmeye başlar.
Esasen aşk tekliktir. Yani ikinin bire rücû etmesidir. İkinin bir olmasıdır. İnsanın kendini unutup O'nda olmasıdır. Allah, kulunun kalbine tecelli ettiği zaman o tecelli ile kulun kendini unutmasıdır.
Bu neye benzer? Yanan bir sobayı düşünün. Simsiyah kömürü içine atıyorsunuz. On dakika sonra bu simsiyah kömür ateşin rengine bürünür. Ortada kömür kalmaz, her şey nar olur.
Nurani tecelliler kulun kalbinde zuhur ettiği zaman, işte o teklikte nefis dediğimiz, ben dediğimiz şey, o kömür gibi erimeye başlar. O'nun varlığına bürünür.
"Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" ayeti budur işte. O varlığa bürünmek, o ahlaka sahip olmaktır. Onun için mânen yükselen her insanın hali çocuk gibidir. Çünkü o artık maksada, varlıkların sahibine gönülden vâsıl olmuş, irtibatı kurmuştur. Onu kendinden geçiren, onu pişiren işte o muhabbettir.
Allah cümlemize bu muhab-beti nasib eylesin.
Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah’a gitmesidir
"Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim; mahlukatı yarattım" buyurarak varoluş sırrını açıklayan Âlemlerin Rabbi Yüce Allah'a sonsuz hamd-ü senalar olsun.
O'nun, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa'sına ve Ehl-i Beyt'ine sayısız salât ve onların kutlu yollarından yürüyen ve "görüldüklerinde Allah'ın hatıra geldiği" Hakk'ın dostlarına ve tüm güzel kullarına selam olsun...
Cenab-ı Hakk ile kullar arasında, ruhlar yaratıldıkları zaman, Elest Meclisi'nde bir ahidleşme olmuştu. Bir misak gerçekleşmişti. İnsan, her şeyin en güzeline, güzeller güzeline o demde şahit oldu.
Ruh, dünya sahnesine geldiğinde, beden içerisine hapsolup birçok perde ile perdelenince; insan, rıhının o Elest Bezmi'ndeki ahvaline hasret kaldı, aradı durdu. Kimi aradığını bildi, kimileri hiç hatırlamaz oldu.
Allah'ı zikir, işte insana ruhunun o misaktaki ahvalini hatırlama yolunu açar… Zikirden gaye olan hatırlama gerçekleşince, insan aslî varlığı ile bütünleşir. Artık Allah ile kul arasındaki perdeler kalkmıştır.
Kulluktanmurat, ideolojik saplantılar ve nefsi-siyasî analizlerden dini tamamen uzaklaştırıp, ibadetle ve kalbî boyutta Allah'a vasıl olmaktır. Yani kılın kalp kulvarında Allah'a yürümesidir.
Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah'a gitmesidir. Halk içinde Hakk'la beraber olmasıdır. İnsanın asıl gayesi de budur. Bu hâle insan ubudiyetle, ibadetlevasılolur.
Tasavvuf, İslam'ın yaşanılır tarzıdır. İslam'ın yaşanılır hâl boyutudur. Bu Resulullah'ın (s.a.a.), sahabesinin ve özellikle de Ehl-i Beyt'inin hâlidir.
İslam dünyasında, tasavvufi hayatına en güzel tarzda geçiren millet de, Türk Milletidir. Sahabe içerisinde de bu hayatı en mükemmel şekilde yaşayan Ehl-i Beyt'tir. Bir mânâdaEhl-i Beyt'in hâli kulluğundoruk noktada yaşanmasıdır.
Allah'ı bilmek ve O'na hakiki manada kul olmak, ibadetler vesilesiyle mümkündür. Bütün ibadetler Allah'ı zikir içindir ve zikir ibadetlerin özüdür.
Yüce Allah, kendisini zikreden kullarına, "dostlarım ve sevgililerim" diye iltifat etmektedir. Bir kul için Allah tarafından, "dostlarım ve sevgililerim" olarak nitelendirilmekten daha değerli, daha büyük bir şey olmasa gerektir.
Böyleleri Allah'ın rızasına kavuşan kimselerdir. Zira her sevilen sevgilisinden ikram görür. Yüce Allah'ın ikram ve iltifatından daha yüce bir karşılık olamaz.
Her insanın kalbinden Allah'a bir yol gider. Fakat insanın,Cenab-ı Hakk'a vuslatına iki engel vardır: Nefis ve Şeytan.İşte bu yolun önündeki engeller bunlardır.
Nefsin ıslahı gerekiyor. Yani insandaki hayvanî duyguların tezkiyesi gerekiyor. Nefs-i emmâre dediğimiz dünya, böyle bir dünyadır. Bunun tezkiyesi Hakk'ı çokça zikir ile mümkün olur.
Tezkiye, Allah'ı kalpte hâkim kılmaktır. Kulluktan asıl gaye de budur. Allah'ın tecellisinin, o nefsin ve kalbin üzerine gelmesidir. Ancak zikir ve kalbe gelen tecelliler yoluyla, insanın Allah'a varmasındaki önündeki nefis engeli aradan çıkar, kul Allah'a vasıl olur.
İnsanın Allah'a vasıl olmasında önündeki bir diğer engel de Şeytan'dır. Allah'a varmak isteyen insan, gaflette olmamak ve Şeytan'ın vesveselerinden emin olmak için, daima Allah'ı zikirle meşgul olmalıdır.
Kalbin salah bulması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullah'ın hâkim olduğu kalp, Allah'ın tecelli ettiği kalptir, orası adeta beytullahtır.
Bir kalbe zikir yerleştiği zaman, oraya şeytan yaklaşır ise çarpılır... Tıpkı insan, Şeytan'a yaklaştığı zaman çarpıldığı gibi.
Cenab-ı Hakk, çok zikredenlerin kurtuluşa erdiğini beyan ediyor.Hz. Peygamberin "Ahir zamanda öyle fitneler zuhur edecek ki, kişi mü'min olarak sabahlayacak fakat kâfir olarak akşamlayacak, mü'min olarak akşamlayacak ama kâfir olarak sabahlayacak; dini ise beş paralık dünya menfaati karşılığında satacaktır" diye haber verdiği ahir zaman fitnelerine ancak böyle bir tezkiye ve kalp uyanıklığı ile karşı durabilir.
Risâlet nurunun sahibi olan Hz. Peybamber ve O'na vâris velâyet nurunun sahibi olan irşat ehli veliler, nefs tezkiyesi ve Allah'a vuslatta İlâhî vesilelerdir.
Şüphesiz ki hidayet, Allah'tandır. Ancak resuller, nebiler ve veliler bu hidayete vesiledir.
Cenâb-ı Hakk, hidayet ve rahmetini enbiya ve evliya vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine âdetullah gereğidir.
Resulullah'tan sonra imamet ve velâyetin şâhı İmam Ali'dir.Yüce Allah, İmam Ali'nin yolundan ve soyundan ta velâyetin son sancaktarı İmam Mehdi'ye (a.s.) kadar mü'minleri daima istikamet üzere yürütecek irşat ehli veliler lütfetmiştir.Bu Allah'ın nasbı ve nasibiyledir.
Tezkiye edici olması, Peygamber Efendimizin en önemli vasıflarından bir tanesidir. İnsanları, küfürden, nifaktan, samimiyetsizlikten arındırıp, iman, ihlâs, samimiyet, ibadet zevki kazandırıyordu. Bu hâlleri kazandırmak için sahabesinden bazılarına dua edip arınmalarına vesile olurken, bazen onlara virtler tarif ediyor.
Görevleri insanları irşat etmek olan insan-ı kâmiller, bazen dilleriyle, bazen elleriyle, bazen dualarıyla, bazen tarif ettikleri virtlerle, bazen ikazlarıyla, gönüllerdeki rahatsızlıkları tedavi edip insanların Cenâb-ı Hakk'a vasıl olmalarına vesile olurlar.
Onlar, kullara Allah'ı hatırlatan Hak dostlarıdır.Kulları Allah'a, Allah'ı da kullarına sevdirirler.Onlarla beraber olmak bizi Cenâb-ı Hakk'a yaklaştırır. Aksi takdirde ise kalbimiz fitne fücurla dolar. İbadet ve istikameti terk ederiz; İslam adına avukatlık yapmış görünür ama hakikatte şeytanla dost-arkadaş oluruz.
İrşat vazifesinde "seçilmişliği" göz ardı edip baş olma sevdası içindeki bazı insanlar, kendilerini haklı çıkarmak için sahabe, Ehl-i Beyt ve hatta Peygamber Efendimizin bizzat kendisine iftiralar atmaktan, dinde olmayan şeyleri uydurmaktan çekinmemişlerdir. Bu, tarih boyunca yaşanmış ve hâl-i hazırda da yaşanagelmektedir.
RUH SAHİBİ ALLAH'I ARIYOR
Allah'ın vecd sarayından kopup beden kalıbına giren ruh altın kafes içine konan kuş gibi 'aah vatan, aah vatan' diyor ve Bezm-i Elest hasretini çekiyor. Bu hasretin hem ferdi planda, hem sosyal planda değişik merhaleleri ve safhaları var.
Cenab-ı Halik, evvela ruhları yarattı ve onlara Elest Meclisi diye ifade edilen mecliste "Ben, sizin Rabbınız değil miyim?" sorusunu tevcih etti. "Ruhlar, evet, sen bizim, Rabbimizsin dediler." Müfessirler ve mutasavvıf âlimlerimiz (Allah şefaatlerinden ayırmasın) şunu söylüyorlar:
"Onlar bu sahnede Cenab-ı Hakk'ın güzelliğini seyrettiler, gördüler. Onun için O Güzeli arıyorlar. O'nun kokusunu aldılar. Öyle güzel bir koku arıyorlar. O'nun sesini duydular. O kadar güzel bir ses ki insan o sesi arıyor."
Hakikaten de insanoğlunda güzele, güzel kokuya, güzel sese karşı bir meyil, bir istidad vardır. Onu yok edemezsiniz. Neden? Çünkü istidad, insana Allah'ı hatırlatıyor. O kokuyu alıyorsun, "acaba O mu?", güzel sesi duyuyorsun, "acaba o ses mi?", bir güzel cemal görüyorsun, "acaba O mu?" diyorsun. Aradan biraz zaman geçiyor, ruhun "hayır O değil" diyor.
Demek ki ruh, hep O'nu arıyor. Zaten insanoğlu Allah'tan geldi yine O'na gidecek. "Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz."
Bu dönüşü insan ölmeden yapar (ki buna vuslat diyoruz) Allah'a vâsıl olursa, Allah'ı tanırsa, Allah ile beraber olursa, dünya hayatı itminan mertebesinde geçer. Dünyada mutmain olur; yaptığı, yaşadığı her şeyden zevk alır. Çünkü O'nunla beraberdir. Sevdalısıyla beraber olan bir delikanlının hali ne ise insan da öyledir. Şimdi biz O'ndan kopmuş durumdayız.
İman her şeyin özüdür
Bugün, en doruk noktadaki insanımızdan en alt kademedeki insanımıza kadar herkesi hukukla, kanunla takip etmeye çalışıyoruz. Kanunla yola koymaya çalışıyoruz. Kanun olmayacak mı? Olmasın, demiyoruz. Fakat herkes kanunla takip edilemez ki, herkesin başına bekçi-polis koyamazsın ki!...
Öyle bir Allah ki; O benim dostum, O benim sevgilim. O'nunla olduğum zaman ben hürüm, ben huzurluyum, ben her şeyin hesabını O'na vereceğim. Zerre kadar hayır olsa onun mükâfatını alacağım, şer olsa cezasını çekeceğim.
Ayette "Zerre kadar hayrın mükâfatı, zerre kadar şerrin de cezası, mücazatı var" buyruluyor. Bu inançla Allah ile beraber dostsunuz, arkadaşsınız. Kiramen-Katibin O'nun emriyle iş yapıyorlar.
Bu anlayıştaki insanın yanlış yapması mümkün olabilir mi? Ona neyi teslim edersen et, erkekse elini haram olan bir şeye uzatsın, gözünü haram olana bir şeye çevirsin; bu mümkün değildir. Biz bugün maalesef bu kontrol mekanizmasından mahrumuz. "İman ne işe yarar?"
İman, her şeyin aslıdır, özüdür. İnsan bunu kaybetti mi; ondan nereye dinamit koyacak diye beklersin. Hangi bomba ile bilmem neresi uçurulacak diye beklersin.
Ama nefsinin temeline, zemime ahlakına, ibadet dinamitini koyan, ibadet dinamiti ile onu havaya uçuran bir fert, Tevhid'i kendi iç tabiatında, Rabbini kendi iç tabiatında yaşamaya, O'nunla beraber olmaya başlar ki ona neyi emanet edersen et; onun tuttuğu her şeyde bereket olur.
Dikkat edilirse; bugün 'bereket' kelimesi ortadan kalktı, kullanmıyoruz, zannıma göre de lügatten de çıkardılar. Niye? O'nunla olmadığımız için... O'nunla olan insanın yaptığı işlerde bereket olur.
Ruh, Allah'ı arıyor. Allah'a giden yolu Allah gösterdi. Cenab-ı Hak, o yolu gösterdi. O yol sırat-ı müstakimdir. O yoldan gittiğin zaman Rabbınla beraber olursun. O'nun tecellilerine erersin. O muhabbeti, o hazzı, o tadı, gönül kulvarında doya doya yaşarsın. Bugün insanımız, kısaca bütün insanlık, bunu arıyor.
Bir örnek verirsek; bütün dünyanın kalkıp da Mevlana Hazretlerini ziyarete gelmesinin temel esprisi, Mevlana Hazretlerinin boyu, karakaşı, kara gözü değildir.
Hz. Mevlana insanların kalp kulvarında Allah'a nasıl gideceğinin yolunu gösteriyor, mesajını veriyor. Onun için de adamlar koşa koşa geliyorlar.
Eğer biz hakikaten millet olarak vazifemizi yapabilsek daha çok koşacaklar. Şu anda adamlar bizi Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar. Biz, kapımıza gelen insanları, Mevlana'yı bu derece sevmelerine rağmen İslam edemiyorsak bunun günahı, vebali bizimdir. Hazine bizim elimizdedir.
Allah'ın vecd sarayından kopup beden kalıbına giren ruh altın kafes içine konan kuş gibi 'aah vatan, aah vatan' diyor ve Bezm-i Elest hasretini çekiyor. Bu hasretin hem ferdi planda, hem sosyal planda değişik merhaleleri ve safhaları var.
Cenab-ı Halik, evvela ruhları yarattı ve onlara Elest Meclisi diye ifade edilen mecliste "Ben, sizin Rabbınız değil miyim?" sorusunu tevcih etti. "Ruhlar, evet, sen bizim, Rabbimizsin dediler." Müfessirler ve mutasavvıf âlimlerimiz (Allah şefaatlerinden ayırmasın) şunu söylüyorlar:
"Onlar bu sahnede Cenab-ı Hakk'ın güzelliğini seyrettiler, gördüler. Onun için O Güzeli arıyorlar. O'nun kokusunu aldılar. Öyle güzel bir koku arıyorlar. O'nun sesini duydular. O kadar güzel bir ses ki insan o sesi arıyor."
Hakikaten de insanoğlunda güzele, güzel kokuya, güzel sese karşı bir meyil, bir istidad vardır. Onu yok edemezsiniz. Neden? Çünkü istidad, insana Allah'ı hatırlatıyor. O kokuyu alıyorsun, "acaba O mu?", güzel sesi duyuyorsun, "acaba o ses mi?", bir güzel cemal görüyorsun, "acaba O mu?" diyorsun. Aradan biraz zaman geçiyor, ruhun "hayır O değil" diyor.
Demek ki ruh, hep O'nu arıyor. Zaten insanoğlu Allah'tan geldi yine O'na gidecek. "Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz."
Bu dönüşü insan ölmeden yapar (ki buna vuslat diyoruz) Allah'a vâsıl olursa, Allah'ı tanırsa, Allah ile beraber olursa, dünya hayatı itminan mertebesinde geçer. Dünyada mutmain olur; yaptığı, yaşadığı her şeyden zevk alır. Çünkü O'nunla beraberdir. Sevdalısıyla beraber olan bir delikanlının hali ne ise insan da öyledir. Şimdi biz O'ndan kopmuş durumdayız.
İman her şeyin özüdür
Bugün, en doruk noktadaki insanımızdan en alt kademedeki insanımıza kadar herkesi hukukla, kanunla takip etmeye çalışıyoruz. Kanunla yola koymaya çalışıyoruz. Kanun olmayacak mı? Olmasın, demiyoruz. Fakat herkes kanunla takip edilemez ki, herkesin başına bekçi-polis koyamazsın ki!...
Şimdi şu anlatacağım ölçüyü bir ele alalım:
Öyle bir Allah ki; O benim dostum, O benim sevgilim. O'nunla olduğum zaman ben hürüm, ben huzurluyum, ben her şeyin hesabını O'na vereceğim. Zerre kadar hayır olsa onun mükâfatını alacağım, şer olsa cezasını çekeceğim.
Ayette "Zerre kadar hayrın mükâfatı, zerre kadar şerrin de cezası, mücazatı var" buyruluyor. Bu inançla Allah ile beraber dostsunuz, arkadaşsınız. Kiramen-Katibin O'nun emriyle iş yapıyorlar.
Bu anlayıştaki insanın yanlış yapması mümkün olabilir mi? Ona neyi teslim edersen et, erkekse elini haram olan bir şeye uzatsın, gözünü haram olana bir şeye çevirsin; bu mümkün değildir. Biz bugün maalesef bu kontrol mekanizmasından mahrumuz. "İman ne işe yarar?"
İman, her şeyin aslıdır, özüdür. İnsan bunu kaybetti mi; ondan nereye dinamit koyacak diye beklersin. Hangi bomba ile bilmem neresi uçurulacak diye beklersin.
Ama nefsinin temeline, zemime ahlakına, ibadet dinamitini koyan, ibadet dinamiti ile onu havaya uçuran bir fert, Tevhid'i kendi iç tabiatında, Rabbini kendi iç tabiatında yaşamaya, O'nunla beraber olmaya başlar ki ona neyi emanet edersen et; onun tuttuğu her şeyde bereket olur.
Dikkat edilirse; bugün 'bereket' kelimesi ortadan kalktı, kullanmıyoruz, zannıma göre de lügatten de çıkardılar. Niye? O'nunla olmadığımız için... O'nunla olan insanın yaptığı işlerde bereket olur.
Ruh, Allah'ı arıyor. Allah'a giden yolu Allah gösterdi. Cenab-ı Hak, o yolu gösterdi. O yol sırat-ı müstakimdir. O yoldan gittiğin zaman Rabbınla beraber olursun. O'nun tecellilerine erersin. O muhabbeti, o hazzı, o tadı, gönül kulvarında doya doya yaşarsın. Bugün insanımız, kısaca bütün insanlık, bunu arıyor.
Bir örnek verirsek; bütün dünyanın kalkıp da Mevlana Hazretlerini ziyarete gelmesinin temel esprisi, Mevlana Hazretlerinin boyu, karakaşı, kara gözü değildir.
Hz. Mevlana insanların kalp kulvarında Allah'a nasıl gideceğinin yolunu gösteriyor, mesajını veriyor. Onun için de adamlar koşa koşa geliyorlar.
Eğer biz hakikaten millet olarak vazifemizi yapabilsek daha çok koşacaklar. Şu anda adamlar bizi Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar. Biz, kapımıza gelen insanları, Mevlana'yı bu derece sevmelerine rağmen İslam edemiyorsak bunun günahı, vebali bizimdir. Hazine bizim elimizdedir.