Türklerin Gazze fethi! Yavuz Sultan Selim'in tarihi harekâtı 507'nci yılında
Tarihte bugün, Osmanlı'nın muzaffer padişahı Yavuz Sultan Selim Han'ın İsrail soykırımının pençesindeki Gazze'ye giriş yıldönümü.
Osmanlı Devleti’nin kudretli hükümdarı Yavuz Sultan Selim Han, yaklaşık 8 yıl süren saltanatı sırasında Safevilere ve Memlûklere karşı zaferle sonuçlanan üç büyük sefer düzenledi. Bunlardan Mercidabık ve Ridaniye savaşlarında kazanılan zafer; Kudüs, Mekke, Medine ve Gazze’nin Osmanlı hakimiyetine geçmesini sağladı.
KUDÜS’E İLK GİRİŞ
Yavuz Sultan Selim Han, 22 Ocak 1517’de kazanılan Ridaniye Zaferi’nin ardından 25 Temmuz 1518’e kadar Mısır’da kaldı.
Ridaniye Savaşı öncesi Yavuz Sultan Selim Han, 31 Aralık 1516’da Remle’de bulunan ordusundan 1500 asker alarak Kudüs’e giriş yaptı.
Ermeni patriği III. Serkis ile Rum patriği Attalia’ya emân veren muzaffer padişah, Hz. Ömer ve Selahaddin Eyyubi’nin daha önce verdikleri emânları da esas kabul etti.
MESCİD-İ AKSA’YI ZİYARET ETTİ
Yavuz Sultan Selim Han, Kudüs ziyaretinde Mescid-i Aksa’ya gelerek Kubbetü’s-Sahra ve Muallak Taşı’nın altında ikişer rekât namaz kıldıktan sonra Kıble Camii’ne gelerek akşam namazını burada eda etti. Akşam namazından sonra iki rekât namaz daha kıldı ve burada uzun bir niyazda bulundu. Yatsı namazını da burada kılan Yavuz Selim Han, bahşiş ve ikramlarda bulunduktan sonra otağına geri döndü.
ÖNCE KUDÜS SONRA GAZZE
Osmanlı padişahı, Kudüs ziyaretinin ardından Mısır’a doğru seferine devam etti. Kudüs’ten ayrıldıktan sonra ilk uğradığı şehir Gazze oldu.
Yavuz Sultan Selim Han, 2 Ocak 1517’de ordusuyla Gazze’ye giriş yaptı.
5 ASIR ÖNCE
Bugün, Yavuz Selim ve Osmanlı ordusunun Gazze'ye muzaffer olarak ayak basmasının 507'nci yıldönümü.
İleri harekatlarına devam eden Yavuz Selim Han, 22 Ocak 1517’de Ridaniye Muharebesi ile Mısır’ı ele geçirdi ve Memluk Sultanlığı’na son verdi.
Bu harekatın ardından hilafet Osmanlı hanedanına geçti. Osmanlı'nın ilk halifesi; Mekke, Medine, Kudüs ve Gazze'nin fatihi Yavuz Sultan Selim Han oldu.
Bursa'ya giden bizi duadan unutmasın!
Bursa’yı bir günde gezmek mümkün değil. Sıkıştırılmış bir gezi yaptık lâkin tadı damağımızda kaldı. Adı geçen mübareklerin ve ziyaretlerine yetişemediğimiz büyüklerin ruhaniyetlerine selâm olsun. Nursema Maraşî yazdı.
Ilık bir sonbahar günü, yeşilden kırmızıya, sarıdan kahverengiye rengârenk boyanmış ağaçların seyri ile Bursa’ya vasıl olduk. İlk durağımız Uludağ’ın eteklerini mekân tutmuş ve kurulduğu günden sonra üzerine zaman işlememiş gibi görünen Cumalı Kızık Köyü idi. Taş duvarların üzerine iki ya da üç katlı inşa edilmiş ahşap evleri, dar sokakları, dere taşlarından yapılmış Arnavut kaldırımını andıran yolları görünce zamanda yolculuk yapmış gibi keyifleniyoruz.
Orhan Bey zamanında bölgeye yerleşen Kızık Boyu tarafından kurulan köye bir de cami yapılmış. Cuma günleri çevre köylerden insanlar Cuma namazı kılmak için bu camide toplanmışlar. Böylece köyün adı Cumalı Kızık olarak anılmış. Belli ki bu köyde yaşayan insanlar, geleneklerini ve törelerini korumuşlar. En önemlisi de çocuklarına aktarmayı başarmışlar. Onu içinde dağılıp gitmemiş ve hala zamansız olarak Uludağ’ın bağrına yaslanarak yaşamaktalar.
İkinci durağımız Emir Sultan Camisi ve türbesi idi. Lâtif bir rüzgâr karşıladı bizi kapıda. Cami ile türbenin arasındaki avlu oldukça geniş. Ortasında bir şadırvan bulunmaktadır. Peygamber evladından Emir Sultan Hazretleri, Buhara’dan Medine-yi Münevvere’ye yolculuk yapmış, kalan ömrünü de orada geçirmeye niyet etmişti. Lâkin Efendimizden (sav) aldığı işaret ile tekrar yola revan olmuş, uzun süreli bir yolculuktan sonra Bursa’ya vasıl olmuş. Zamanın padişahı Yıldırım Bayezid’in kızı ile evlenmiş ve Bursa Ulu Camisi’nin yapılmasına da önayak olmuştur.
Türbe oldukça aydınlık ve ziyaret sırasında içimiz ferahlıyor. Türbenin iç kapısının sol tarafında çerçevelenmiş bir örtü dikkatimizi çekiyor. Kırmızı tafta üzerine Maraş işi sırma işlenmiş bu örtünün orta kısmında Abdülkadir Geylânî Hazretlerine tazim yazısı çok düzgün bir hat ile işlenmiş. Üst kısımda “inna fetahnaleke” (Şüphesiz biz sana fetih verdik), sol yan tarafta “fethan mübina” (apaçık bir fetih), Fetih Suresinden bir ayet var. Sağ yan tarafta ise Saff Suresinden “nasrun minallahi” (Allah’ın yardımı), altta ise “ve fethun karib” (fetih yakın) ayetleri bulunmaktadır. En alt sıraya ise Yunus Suresinin 62. ayeti nakşedilmiş. “elâ inne evliyaellah lâ-havfun aleyhim velâhum yahzenûn” (Allah’ın veli kullarına korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklar.)
Uzun süre örtünün başından ayrılamıyorum. Emir Sultan Hazretleri Kadiri değildi. Örtü buraya neden konmuştu, kim tarafından işlenmişti türünden sorularla ayrıldık oradan. Daha sonra bu işlemenin peşine düşerek bilenlere ulaştık. Bir Kadiri Sancağı imiş ve 1925 yılında tekkelerin kapatılması sonucu depoya kaldırılmış. Emir Sultan Camisinin hocası Mustafa Hoca tarafından çerçevelenerek türbe girişine asılmış. Sancağın altında Binnaz Karaca vakfiyesidir yazıyor ve muhtemelen onun tarafından işlenmiş olmalı. Hat ve Maraş işi oldukça zor sanatlar. Bunları tafta gibi sayılamayan bir kumaşa işlemek dahada zor. İşleyenin mübarek ellerinden öpüyor ruhuna Fatihalar yolluyoruz.
Emir Sultan Türbesi’nin avlu duvarları onun için yazılmış şiirlerle, hüsn ü hat ile bezenmiş. Bunlardan bir tanesi da Bursalı Âşık Yunus’a ait.
“Yunus Emre’m söyler sözü
Âşık olmuş gönlü gözü
Unutman duadan bizi
Emir Sultan türbesinde”
Bu kez yolumuz, bu güzel beldeyi bize kazandıran, küçük bir beylik iken cihan hâkimiyetinin yolunu açan Osmanlı Devleti’nin banisi Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi türbelerine götürüyor bizi. Dış kapıdan bahçeye girdiğimizde öncelikle çeşmeler takılıyor gözüme. Aslını incitmeden yenilenmiş bu çeşmeleri tasarlayanın yüreğine sağlık. Mermeri iç içe geçmiş sarmaşık gibi işleyerek boynunu uzatmış ve ucuna geleneksel kurnalı çeşmeler takarak tamamlamış bu tasarım hakikaten çok güzel olmuş. “Osmanlı bir su medeniyeti idi” diye bir cümle kalmış aklımda. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Yeniden her yeri çeşmelerle donatabilsek keşke. Aslını incitmeden, modernize etmeden çeşmelerimizi güncelleyerek hayata dâhil edebilsek…
Osman Gazi, bütün hayatını cenk ederek geçirmiş ve hiç rahat yüzü görmeden ömrünü tamam etmiş. Şimdi rüyasını gördüğü ve fethetmek için çabaladığı Bursa’nın yüksek, rüzgârlı, ferah tepesinde huzur içinde istirahat etmekte. Padişahımızın kabri sedeften yapılmış bir taç ile çevrelenmiş. O sedefler içinde eşsiz bir inci gibi yatıyor. Yüreğimiz kıvanç ve hüzün arasında dolanırken Tophaneden ayrılıyoruz.
Arkadaşımla gördüklerimiz üzerine konuşurken, Üftade Hazretlerine doğru yürüyerek yola çıkan gurubumuzu kaybettik. Sorarak buluruz nasılsa deyip yola revan olduk. Lâkin umduğumuz gibi olmadı ve yol sorduğumuz insanların, ‘bu ismi duymadık’ demeleri üzerine hayret ettik, üzüldük. Neyse ki mübareğin türbesini işaret eden levhaları gördük ve kısa sürede vasıl olduk.
1490-1580 yılları arasında yaşamış ünlü bir mutasavvıf, şair ve yazar Üftâde Hazretleri Hızır Dede’nin müridi olarak manevi yolculuğuna başlamıştır. Asıl adı Mehmed Muhyiddin olan Üftâde Hazretleri Celveti Şeyhidir. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Bursa’da yaşayan ve tasavvuf büyüklerinin yolunda olmayı çok isteyen Üftâde Hazretleri, intisab edeceği bir velinin arayışı içindedir. Birgün Hızır Dede adında bir velinin Bursa’ya geldiğini duyar ve yanına giderek intisab etmek istediğini söyler ve kabul edilir.
Üftâde Hazretleri, hocasının verdiği görevleri en güzel şekilde yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan kaçınıp, helallerin bile fazlasını terk ediyordu. Bu hal üzere Hızır Dede’nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefatından sonra Muhyiddin-i Arabî’nin ruhaniyetinden istifade ederek kalp gözü açılır ve kemale ulaşarak olgunlaşır. Hüseyin Vassaf Efendi, Bursa Hatırası adlı kitabında Üftâde Hazretlerini ziyaretini anlatır:
“Aziz ve muhterem kardeşim! Size hiçbir veçhile anlatamam. O ne ruhaniyet… O ne ulviyet. O ne feyz-bahşâ bir mahalli mübarektir. Gariptir; türbeye girer girmez, gözüme ilişen iki levha ki kaili Hazreti Aziz Mahmud Hüdâi’dir.
“Mültecâ-yı derd-mendân Türbe-i Üftâde’dir
Mürtecâ-yı müstemendân türbe-i Üftâde’dir.
(Dertlilerin iltica edeceği yer Üftâde Türbesidir. Gönlü kırıkların, yaralı ve mahzunların ricacı olacakları yer Üftâde Türbesidir.)
“Gördün mü evliyaullâhı? Hayatlarında ubbadı irşad eder, âlem-i bekâya intikallerinde ise, erbab-ı uşşak ruhaniyetlerinden feyz-yâb olduğu gibi, haste-gûn ve derd-mendâna da vasıta-i haseneleriyle şifa-yâb olurlar. Müşarunileyh hazretleri Hz. Mahmud Hüdâyî ‘nin şeyhidir. Daireyi kübrâ ricâlinden olup kerâmatı zahirdir. Derece-i kemâlâtı Hz. Hüdâyî gibi bir müridi olmasından anlaşılır.”
H. Vassaf Efendi, Şeyh Abdüllatif Gazzi Efendi’den bahseder.
“Kalben o kadar muhabbetim vardır ki, terceme-i hâl-i celilelerini epeyce toplayabildim. Bu abd-i kemterin kalbine mahabbet-i evliyâullâhı ilka eden müşarünileyhin ruhaniyetidir. Tefsirinin bir yerinde dediği gibi, bana da mürşid-i kâmil kendileri oldu. Garip bir mahabbet peyda eyledim. Beni ruhaniyetleri Bursa’ya kadar çekti. Ziyaretleriyle şeref-yâb oldum.”Gazzeli Ahmed Gazzî Efendi’nin evlâdı olan, Abdüllatif Gazzi Efendi’yi ziyaret imkânı bulamadık. Ruhaniyetine Fatiha gönderip yola devam ettik. Son menzilimiz Ulu Cami idi.
Ulu Cami’nin bulunduğu sokak, zamanın burada da işlemediği hissini veriyor. Hafif bir uğultuyla insanlara, binalara dokunarak dolaşan rüzgâr, damlara konmuş güvercinler, bir kenara kıvrılıp uyuklayan kediler daha camiye dâhil olmadan bir sükûnet havası içine alıyor bizi. Padişah Yıldırım Bayezid zamanında damadı Emir Sultan Hazretlerinin talebi ile inşa edilmiş olan bu yapı 1399 yılında yapılmış. Cami hakkında şaşırtıcı rivayetler var.
Yeryüzünde beş makbul cami olduğu söyleniyor. Biri Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kudüsü Şerif, Şam’da Emeviye Cami ve bir de Ulu Cami. Caminin içi nefis hatlarla süslenmiş. Esmâ-i Hüsnâ, ayetler, bakmaya doyulmaz hatlar ile yazılmış. Birbiri üzerine istiflenerek duvara yazılmış vav harflerine uzun uzun baktık.
Şefik Efendi tarafından yazılan vav harfleri için H.Vassaf Efendi, “sanat-ı hat bunda tekmil olmuştur” diyor kitabında. Üç boyutlu resmedilmiş Mekke-i Münevvere’yi bir müddet temaşa ettikten sonra 122 yıl önce H. Vassaf Efendi’nin burada durup aynı resmi gördüğünü düşünüyorum. Değişmeyen, değiştirilemeyen güzelliklerin ve temsil ettikleri manevi değerlerin halâ hayatımızda bulunması güven ve güç veriyor yüreklerimize.
Başlangıçtaki umudu, maksudu yenilemek ve ecdadın geçmişten bugüne uzanan eli olarak Ulu Cami güzel bir başlangıç noktası. Peygamberimiz ’in yerini işaret ettiği, Peygamber evlâdından Emir Sultan Hazretlerinin yapımına önayak olduğu ve açıldığı ilk Cuma günü, Somuncu Baba olarak bilinen Hamidüddin Aksarayî’nin hutbeyi okuduğu ruhaniyeti emsalsiz bir mabettir.
Bursa’yı bir günde gezmek mümkün değil. Sıkıştırılmış bir gezi yaptık lâkin tadı damağımızda kaldı. Adı geçen mübareklerin ve ziyaretlerine yetişemediğimiz büyüklerin ruhaniyetlerine selâm olsun.
İmanın döşediği raylar: Hamidiye-Hicaz Demiryolu
"Ümmetin gönlünü bağladığı Hicaz Demiryolu, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Halife II. Abdülhamid’in Müslümanlar nezdindeki kıymetini ve kuvvetini arttırdı. Müslümanların yılların ataletini atmasına da vesile oldu." Zehra Nur Kılıç yazdı.
Hamidiye-Hicaz Demiryolu Sultan II. Abdülhamid döneminde inşa edilmiştir. Sultan Abdülhamid hatıratında, “Bizim için önemli olan Şam ve Mekke arasındaki demiryolunu en kısa zamanda inşa edebilmektir. Bu suretle karışıklık arttığında süratle asker göndermemiz mümkün olacaktır. Ehemmiyetli ikinci nokta da Müslümanlar arasındaki bağı öylesine kuvvetlendirmek ki İngiliz hainliği ve hilekârlığı bu sağlam kayaya çarparak parçalansın.” yazmıştır.
İstanbul’dan Mekke’ye ulaşması planlanan hattın 19. yüzyıl şartlarında 50 gün süren hac yolculuğunu 5 güne indireceği hesaplanmıştı. Demiryolunun Osmanlı İmparatorluğu tarafından yapılması ve işletilmesi tasarlanmıştı. Mühendisinden traversine hattın tam anlamıyla “Yerli ve milli” olması amaçlanmıştı. İnşaat başladığında ekibin başmühendisi Alman iken 43 kişilik mühendislik ekibinin 17’si Türk’tü. Bu ince düşünülmüş bir siyasî hamleydi. Hicaz Demiryolu o dönemde İngilizlerin kontrolü altında olan Süveyş Kanalı’nın değerini düşürecek hat tamamlandığında sevkiyatlar daha hızlı olan demiryolu üzerinden sağlanacaktı. Dolayısıyla İngiltere bu projeye karşıydı. Almanya ise Doğu Ekspresi hattından da faydalanarak Berlin’den Hicaz’a uzanan bir hat oluşturmayı hayal etmekteydi. Bu sayede İngilizlere karşı girişecekleri bir taarruzda Hicaz bölgesine, Mısır’a, Şam’a kolayca erişebileceklerdi. II. Abdülhamid bölge dinamiklerini iyi okuyarak Avrupa’nın imkânsız addettiği projeyi gerçekleştirmeyi başardı.
Yıllar içinde Avrupalı mühendislerin sayısı azalırken Türk mühendislerin sayısı arttı. Medain-i Salih Beldesi’ne ulaşıldıktan (1905) sonraki hat tamamen Müslüman mühendis, teknisyen ve işçiler tarafından inşa edildi. Hicaz Demiryolu’nda yetişen mühendislerimiz sonraki yıllarda imparatorluğun ve cumhuriyetin raylı sistemini inşa etti.
Hattın işçiliğini ise “Amele-i mükellefe” denilen yerli halk ve Osmanlı askerleri üstlenmişti. Birlikler, deniz yoluyla malzeme ikmalinden karada rayların döşenmesine kadar çeşitli görevlerde yer almışlardı. Hattın yapımında çalışan askerlere erken terhis verilmesine rağmen çoğu kalıp bu kutsal hattın yapımında çalışmaya devam etmiştir.
Ümmetin maddî ve manevî birliği ile meydana getirilen ve Müslümanlar eliyle tamamlanan Hamidiye-Hicaz Demiryolu, dünya üzerinde devlet tarafından yaptırılıp vakıf müessesi (1914) hâline getirilen tek ulaşım sistemidir.
1891’de Cidde Evkaf Müdürü İzzet Efendi; Şam’dan başlayarak Medine’ye kadar getirilecek bir demiryolunun Hicaz’a yönelecek dış saldırılarla bölgede çıkabilecek isyanlara karşı önemli bir savunma vasıtası oluşturacağını, aynı zamanda hac yolculuklarını da büyük ölçüde kolaylaştıracağını belirttiği detaylı bir rapor sunar. 1891’den evvel de bu hususa değinilmiş olsa da artık öyle bir zaman gelmiştir ki Avrupa’da “Hasta Adam” olarak anılan Osmanlı İmparatorluğu çölde susayan bir adamın iştiyakiyle Hicaz Demiryolu’nu aramaktadır. İzzet Efendi’nin raporu II. Abdülhamid’in de ilgisini çekmiştir, vesika incelemesi için Mehmet Şâkir Paşa’ya gönderilir. Paşa raporu incelemekle kalmaz, demiryolu hattın güzergâhını haritalandırır ve girişimin tahmini maliyetini hesaplar.
II. Abdülhamid doğum günü olan 1 Eylül 1900’de resmî bir törenle hattın inşasını başlatır. Lakin inşaat başladığında bile Hicaz Demiryolu, Avrupalılar tarafından başarılması imkansız bir girişim olarak görülmekteydi. Bölgenin siyasî durumunun yanı sıra projenin finansmanı da büyük bir sorun teşkil etmekteydi.
Düyûn-ı Umûmiyye’nin dış borçların tahsili için Osmanlı hazinesi ve ekonomisi üzerine bir akbaba gibi çöktüğü dönemlerdi. Demiryolunun maliyeti 4 milyon Osmanlı lirası yani yaklaşık olarak 21 milyar 645 bin dolar olarak hesaplanmıştı. Bu meblağ devletin 1901 bütçesinin %18’inden fazlaydı. İnşaatın başlaması için Ziraat Bankası’ndan kredi çekildi ancak devletin projenin tüm maliyetini karşılaması mümkün değildi. Bu noktada imkânsızı hakikate çeviren örnek bir dayanışmanın fitili ateşlendi: Demiryolunun tamamlanması için bir bağış kampanyası başlatıldı. II. Abdülhamid Han şahsî servetinden 50 bin Osmanlı lirası sarf ederek kampanyaya ilk bağışı yaptı. Çok sayıda memur kendi arzularıyla birer maaşlarını bağışladı. Binlerce Osmanlı vatandaşının yanı sıra başta Hindistan, Mısır, Rusya ve Fas Müslümanları olmak üzere Endonezya’dan, Singapur’dan, Güney Afrika’dan, Avrupa’daki İslâm cemiyetlerinden, Tunus, Cezayir hatta Amerika’dan bağışlar yapıldı. Fas emiri, İran şahı ve Buhara emiri gibi Müslüman devlet reislerinden de yardımlar geldi.
Hamidiye-Hicaz Demiryolu Müslümanların ümmet bilinciyle oluşturdukları bir eser oldu.
Bağışlar projenin ancak üçte birini finanse etmeye yetmişti. Geri kalan kısım vergilerden, memurlardan yapılan kesintilerden, tedavülden kalkan paraların madenlerinin yeniden kullanımından; geliri projeye aktarılmak üzere basılan pul, kartpostal, cüzdan, resmî evrak ve kartlardan sağlandı. Hatta bazı madenlerin işletmesi Hicaz Demiryolu Komisyonu’na verildi, kurban derilerinin satışından elde edilen paralar da demiryolunun bütçesine aktarıldı.
İnfakın ve birliğin bereketiyle 1900-1908 yılları arasında yapımı süren ve hatları peyderpey açılan Hicaz Demiryolu, maliyetinin üstünde gelir getirerek tamamlandı.
Demiryolu inşaatına Şam-Der’a arasında başlandı ve 1903’te Amman’a, 1904’te Maan’a ulaşıldı. Kızıldeniz’e ulaşmak için Maan’dan Akabe Körfezi’ne bir hat döşenmesi tasarlanmıştı. Ancak 1906’da imparatorluk ve Mısır arasında çıkan sınır anlaşmazlığına İngilizlerin müdahalesiyle gerçekleştirilemedi. İngilizlerin sömürgeleri üzerindeki stratejik üstünlüklerini koruma çabasının sonucu olan bu hadise tarihe, “Akabe Meselesi” olarak geçti. Akabe hattı yerine Hayfa hattı oluşturularak denizle bağlantı sağlandı ve inşaat için gerekli malzemelerin taşınması kolaylaştırıldı.
İnşaat boyunca karşılaşılan bir engel de bedevilerin saldırılarıydı. Hacılara saldırmamaları ve onları korumaları karşılığında Osmanlı’dan para alan bedeviler rehberlik ve taşımacılık gibi hizmetler karşılığında hacılardan da para almaktaydı. Demiryolu projesi başarılı olduğu takdirde bu gelirlerini kaybedeceklerdi. Bu yüzden demiryoluna ve telgraf hatlarına saldırılar düzenlediler. Yalnızca 1908’de vuku bulan saldırı ve sabotajların sayısı 128’i geçti. Demiryolunda çalışan işçilerin ve Mehmetçiğin öldürüldüğü bu kanlı terör eylemleri karşısında güvenlik tedbirleri arttırılsa da saldırılar tamamen önlenemedi. 1908 Temmuz’unun son günlerinde 300 Osmanlı askerinin öldürüldüğü gece baskını bunların yalnızca bir örneğidir.
Süreç boyunca karşılaşılan bütün engellere rağmen 1908’de Medine’ye varıldı. Nihai uzunluğu 1750 kilometreyi bulan Hicaz Demiryolu, 1 Eylül 1908 tarihinde yapılan törenle bizzat II. Abdülhamid tarafından işletmeye açıldı. Bedevilerse hattı korumakla vazifelendirilip yeniden maaşa bağlandılar.
Ümmetin gönlünü bağladığı Hicaz Demiryolu, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Halife II. Abdülhamid’in Müslümanlar nezdindeki kıymetini ve kuvvetini arttırdı. Müslümanların yılların ataletini atmasına da vesile oldu.
Hattın Medine’ye ulaşmasının ardından Hint Müslümanları, Bağdat üzerinden Hindistan’a kadar uzatılmasını talep ettiler. Lakin Mekke’ye ulaşması planlanan hattın son ayağı dahi tamamlanamadı. Hac güzergahını tamamlayacak Medine-Mekke, Mekke-Cidde hatları Müslümanların ortak arzusu olmasına rağmen Şerif Hüseyin ve safına çektiği bedevî şeyhlerinin muhalefeti yüzünden gerçekleştirilemedi. Zira hattın tamamlanması Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya isyan edip bağımsızlık kazanma ihtimalini yok edecekti.
İlerleyişi 1908’de durdurulan Hicaz Demiryolu, 1916’da şiddetli taarruzlara maruz kaldı. Hat I. Dünya Savaşı’nda asker nakli için kullanılıyordu. İngiliz Casus Lawrence’ın örgütlediği Arap çeteler hattın Maan- Medine arasındaki 680 km’lik kısmını bombalayarak tahrip etti. Lawrence hattı tahrip etmek için patlayıcıların yanı sıra raylardan sökülüp getirilen her travers başına bir altın verdi. İngilizlerin tahribatına rağmen Hicaz Demiryolu sayesinde Medine Cephesi savaşın en uzun dayanan cephelerinden biri olarak 1919’a muhafaza edildi. Medine’nin düşmesi üzerine hattın son İstanbul seferi mukaddes emanetleri kurtarmak için yapıldı.
Savaştan sonra demiryolu dört kısma ayrıldı. Hayfa-Semah hattı Filistin’de; Müdevvere-Medine hattı günümüz Suudi Arabistan sınırlarında; Şam-Der’a, Der’a-Semah hattı Suriye’de; Der’a-Müdevvere hattı ise Ürdün’de kaldı. İngiliz ve Fransız mandası altındaki bu hatlar hizmet vermeye devam etti. 1948’de bahsedilen Arap devletleri hattın yeniden yapımı için bir komisyon kursa da İsrail’in tarih sahnesine çıkmasından sonra Der’a-Hayfa kısmı kapatıldı.
Yıllar içinde Suudi Arabistan’daki hat çürümeye terk edildi. Hattın Suriye kısmı ise 2011’de başlayan iç savaşa kadar kullanıldı. Ürdün’deki Amman İstasyonu TİKA tarafından Hicaz Demiryolu Müzesi olarak restore edilmektedir. Tren seferlerine devam etmese de Hamidiye-Hicaz Demiryolu Müslümanların birlik olduklarında imkansızı başarabildiklerinin delilidir.